Medya dünyamızdaki son gelişmeler "bizatihi" medya'yı medyanın ana konusu haline getirdi. 11 Eylül ABD olayları ise medya konusunu ulusal platformdan global platforma taşıdı. Önce gazeteciler, sonra siyasetçiler, işadamları ve okurlar arasında ufak ufak tartışılmaya başlanan "medya nereye gidiyor?" konusu, artık sokaktaki adamın, hatta orta öğretim öğrencilerinin de "muhabbet çerçevesi" içinde. Ne olacak bu medyanın hali? Bu sorunun 11 Eylül sonrası görüntüsü ABD medyası ile Türk medyasını karşılaştırıp "gördün mü ağabey, adamlar nasıl yansıtıyorlar olayları, bizde olsaydı kan gövdeyi götürürdü" boyutuna erişti. Tam o sırada ortaya El Cezire televizyonu çıktı ve konuya yakın olanlar Falkland savaşı sırasında Ingiliz Başbakanı Thatcher'ın basını sansürleme girişimlerini hatırladılar.
"Ne olacak bu medyanın hali?" sorusu merhum Nezih Demirkent'in Dünya gazetesindeki "Salı Yazıları" başlıklı medya yazılarında ağırlık kazandı. Nezih Demirkent bu konuyu Açık Radyo'daki Iletişim programında canlı yayında tartışarak "basının dibe vurduğunu" ileri sürdü.
Türk medyası böylece sadece yazılı değil, sesli olarak da ameliyat masasına yatırılmış oluyordu. Konu daha sonra aynı programda Hasan Pulur, Oktay Ekşi, Nail Güreli, Zeynep Oral, Tufan Türenç, Umur Talu, Deniz Som, Yalçın Pekşen, Can Ataklı gibi basının tanınmış temsilcileri tarafından da irdelendi ve aynı sonuca varıldı: Türk basını dibe vurmuştur! Medyada haber ve program üretenler sorumsuz ve bilgisiz davranmakta, yargısız infaz yapmakta, kamuoyunu yanlış bilgilendirmekte ve yönlendirmekte; basın özgürlüğünü dikkatsizce kullanmaktadırlar.
11 Eylül olaylarının dünya medyasına yansıması, bu tartışmanın boyutlarını kamu yararı ve toplumsal panik kavramına yöneltti. Yıkılan yapılarda binlerce insan ölmüş ama medyada halkı paniğe sevkedecek kan ve ölüm görüntülerinden özenle kaçınılmıştı. Yıkılan bina ve çarpan uçak görüntüleri televizyonlarda yüzlerce kez yayınlanmış ama seyircinin kopmuş kol-bacak, ezilmiş yüz görmesi önlenmişti. Öte yandan haber izleyen muhabir ve kameramanlar olay yerine kadar sokularak güvenlik güçlerinin işini zorlaştırmamış, izlerin bozulmasını istemeyen otoritelerin önlemlerine saygı göstermişerdi. Okurun-seyircinin bilgilenme hakkını savunanlar ise en iğrenç görüntülerle halkı nefrete sevketmenin, suçluları caydırma açısından olumlu bir davranış olduğunu ileri sürüyorlardı.
Kamuoyunda bu tartışma sürerken Afganistan'daki Taliban radikallerinin ekranlarda ABD yöneticilerini ve Batı'nın gayrımüslim nüfusunu tehdit etmeleri, Katar'ın El Cezire televizyonundan kaynaklanan bu görüntülerin tüm dünya televizyonlarında yayınlanması ile ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde sansür eğilimlerinin gündeme gelmesi, dibe vurma iddiasını basın özgürlüğünün, hatta demokrasinin yeniden değerlendirilmesine kadar uzanan bir genişliğe taşıdı.
Bugünlerde Türk okur-yazarının kafası iyice karışık. Yalnız onun mu? şimdiye kadar sadece kendi işini-gücünü düşünen ve Pasifik'le Adriyatik'in ötesine hiç aklını yormayan Amerikan vatandaşı da bu konuda kime hak vereceğini bilemiyor. Eylül'e kadar ülkesini demokrasinin beşiği sanıyordu. Avrupa demokrasilerini bile Hitler'in, Mussolini'nin, Franko'nun torunları ile aynı kaba koyuyor, Ku Klux Klan - Malcolm X ayrımlarını ansiklopedi sayfalarında kalmış bilgiler olarak değerlendiriyordu.
Nasıl bir demokrasi? Nasıl bir basın özgürlüğü? Bu soruları Bush mu yanıtlıyacak Blair mi?